UYUMAK BİR LÜKSTÜR
ANKARA
1922
Yatağa girmediği ikinci geceydi. Ara ara içtiği acı kahveler zihnini uyardıkça, yorgunluğunun yerini geçici zindelik hali alıyordu. Kahvelerin yetmediği yerde ise, imdadına sıcak bir banyo yetişiyordu. Paşa, inatçı uykusuzluğun ağırlığını, Ankara’nın berrak sularında akıttı. Kurulandıktan sonra yeniden geceliğini giydi. Kenarına oturduğu yataktan kalktı. İstirahat odasının hemen karşısında olan çalışma odasına yöneldi. Çalışma masasının hemen arkasındaki ahşap pencereyi araladı. Biraz temiz hava aldı. Ardından yeniden masasına oturdu. Aynı yerde, ancak bilincinin ilerlediği sayfadan devam edebilirdi kitabına. Gece boyunca elinden bırakmadığı kalın kitap, bir tarih kitabıydı. Geçmiş, derslerle ve sınavlarla doluydu. Yaşanmışların çarklarından geçerken, şimdinin nasıl da hala aynı çarklarla döndüğünü algıladı paşa. Her sayfa ayrı bir açılıma, ayrı bir anlama çıkarıyordu adeta.
Güdük akrep, sırık yelkovanla defalarca selamlaştı bu arada. Ömürle anlaşmalı zaman, ileri doğru akarken paşa, olabildiğince geriden gelerek şimdiyi anlayacak ve daha da önemlisi de geleceği öngörecekti. Koyu tonların hakim olduğu odada, karşı duvarda asılı pirinç saate dikkatlice baktı. Neredeyse beş olacaktı. Bir an düşündü: Biraz uyusa hiç de fena olmazdı aslında. Vücudundaki her hücrenin gerçek bir dinlenceye ihtiyacı olduğunun o da farkındaydı. Ancak inatçı ve direngen ruhu müsaade etmedi. Mütemadiyen çalışan üstün aklı ve vicdanı durmaksızın yokluyordu paşayı. Sanki bedeni zamanla boğuşurken arka planda zamanın çok ötesinde çalışıyordu bilinci. Gün; yalnızca yirmidört saatti. Peki memleket meseleleri? Ya araştırmaları? Uyku ne büyük lükstü?
İnşa edilecek kadim bir ülke vardı avuçlarında. Omuzlarında her bir canın, her bir şehidin ve her karış vatan toprağının sorumluluğu ile uyumak kolay mıydı?
Memleketin her bir varlık tuğlası, Kurtuluş Savaşı’ndan çıkmış güzel milletin eşsiz parçalarındandı. Her parça farklı dokudan, farklı kokudan ancak aynı özdendi. Paşa, hakikati biliyordu elbet. Eğitimsiz tuğlaların üst üste konulduğunda, gelecekte olabilecek kuvvetli bir sarsıntıda birbirine tutunamayacağının bilincindeydi. Çünkü tuğlalar çeşit çeşitti. Ermenisi, yahudisi, sünnisi, alevisi, Türkü, lazı, kürdü, çerkezi, kadını, erkeği, çocuğu… Hepsi bir cephede ve yalnızca bir amaçla savaşmıştı. Kurtuluş savaşından çıkan her umut zerresi şimdi gerçekten bir aradaydı.
Paşanın, Güneş sarısı kirpikleri ile çerçevelenmiş gök mavisi gözleri, sanki geleceğe açılan birer pencereydi. Görüyordu ki; yalnızca yurtta sulh fikri yerelde daimi kılınırsa, sulh tüm cihana Türk eli ile yayılabilirdi. Paşa uyuyamazdı. Uyusa tuğlalar birbirini tutar mıydı? Bunun için önce o sonra da milleti temeli anlamalıydı. Paşa, derinlere inmeliydi, çıplak elleriyle uykusuzca kazmalıydı tarihi. Bazen yorgunluktan iç çekmeliydi ruhu ve hatta tarihin keskin dönemeçlerinde kanamalıydı avuç içleri. Ama asla uykuya teslim olmamalıydı… Çünkü uyku; dehaların yaşamında dinlence değil, yalnızca amaçların önündeki vakit kaybı olabilirdi...
Kitap daha ilk sayfaların da sizi içine çekiyor.
Geçmişin, geleceği şekillendirmesine tanık olurken,tarihin bilmediğim kuytularına giriverdiğimi gördüm.
Özellikle yazarın kurgusuna hayran kaldım.Roman,tarih,polisiye bir kitapta toplanmış.Yakın geçmişizde yaşanan olayları da (aselsan) ele alması konuyu daha da ilginç hale getirmiş.
Atatürk'ün tarih araştırmalarına destek vermesini,kendi çalışmalarını,yeni bir ülkenin şekil almasını okumak çok keyifliydi.
Tarihini bilmeyenlerin yalan tarih üretme çabalarına tokat gibi gelecek bir kitap.
Kitabın detaylı inceleme ve araştırma ürünü olduğunu ilk sayfalarda kavrayabiliyorsunuz.